
MORO'NUN BİR ÇİFT SÖZÜ VAR
Ben her "insana" güvendim. Çevremde hiçbir şeye ve hiç kimseye zarar vermedim.
Kendi köpek arkadaşlarıma bile, sahibimi kıskanmadığım sürece, havlamadım. Yaşamım
boyunca bir kediyi bile ürkütmedim, kovalamadım.
Merhaba insan dostlarım. Adım Moro. Yunanca "bebek" demek. Yedi yaşında çok yakışıklı, simsiyah, otuz kiloluk bir kurdum... Bir köpek olarak dünyaya gelmişim elimde olmadan. Görenler bakmaya, dokunanlar sevmeye doyamazlardı. Tüm bunlar, sekiz saat boyunca çektiğim dayanılmaz acılarla "ölmek için yalvartan" zehiri yemeden önceydi tabii... Nazar mı deydi acaba ? Hiç kimseye zararım yoktu ki...
Tüm aşılarım zamanında yapıldığından, yılda iki kez dökülen tüylerim bile kimseye zarar vermezdi. Yaşadığım apartmanın arka bahçesinde küçük çocuklarla top oynar, benden korkan çocuklara da sevecen davranarak onlara hayvan sevgisi aşılardım. Üstüme binmelerine, tüylerimi, hatta çok gurur duyduğum kulaklarımı çekmelerine birşey demezdim. Ne zaman havlayacağımı, ne zaman susacağımı bilirdim.
Sahibimin deyişiyle "yakışıklı" bir köpektim. Sahibim, en sevdiğim kemiği "Bırak!" derse bırakır, "Bekle!" derse bekler, "Koş!" derse koşardım. Aslında "Öl!" dese ölürdüm bile onun için. O denli mutluydum ki onunla... Çok seviyordum onu. Ben onunla yedi yıl birlikte yaşadım; bu yüzden bilirdim ki; kemiği ya da topumu bıraksam bile, o birazdan bana onu mutlaka verirdi...
Hep güvendim ona. Yalnızca ona değil, ben her "insana" güvendim. Çevremde hiçbir şeye ve hiç kimseye zarar vermedim. Kendi köpek arkadaşlarıma bile, sahibimi kıskanmadığım sürece, havlamadım.
Yaşamım boyunca kediyi bile ürkütmedim, kovalamadım.
Dolu dolu, maceralıca yaşadım. Sizlerden ve kendi ırkımdan çok sayıda dostum oldu. Bir kez daha zehirlenmiştim önceleri; ama o alerjik birşeydi; yüzüm gözüm biraz şişmişti, hepsi bu... Sonra bir kez de yüksek bir yerden denize düşmüştüm. Bir kez de araba çarpmış, kalça kemiğim kırılmıştı. Ama tüm bu olaylarda hiç kimse bana zarar vermek için plan yapmamıştı. Bir sokak kavgasında, sevgilimi paylaşmak istemediğimden başka bir ırkdaşımca zarar görseydim, bu bile benim seçimim olurdu. Oysa hiç koklamadığım, hiç tanımadığım bir zehiri, sevdiğim bir et ve ekmek parçasının üzerine koyarak beni öldürmeniz, sekiz saat can çekişmeme neden olmanız, bunu evimin bahçesinde yapmanız... Bana pek hakça gelmedi...
Yaşamlarını, benim gibi evde sürdüremeyen ve sokaklarda gruplar halinde dolaşan diğer arkadaşlarım bu konuda benden daha şanslılar... Çünkü, bu zehiri yememek için, gruptan biri özveride bulunup onu yiyormuş. Onun debelenerek can verdiğini gören ötekiler, bir daha o kokunun yanına yaklaşmıyorlarmış. Tıpkı, karşıdan karşıya geçmeyi, bir arabanın çarptığı arkadaşlarını seyrederek öğrendikleri gibi... Bunları şimdiki dünyamda, diğer ölenlerle konuşarak, öğreniyorum... Ama artık çok geç... Beni ne çok seven olduğunu, öldürülmemden dolayı herkesin ne denli üzüldüğünü, kimlerin sahibimi aradığını, ne çok insanın benim için ağladığını görebiliyor ve duyabiliyordum yukarıdan. Onlar için çok üzülüyorum. Ama ahh, o sahibim yok mu? Ah, onun üzüntüsü burada beni binlerce kez daha öldürüyor... Bir de ne biliyor musunuz ? Son anlarımda, sürüne sürüne yanına gidip, üç-dört dakika gözlerinin taa içine bakıp vedalaşmıştım; ama onun bu vedayı anlamadığı, anlamak istemediği anda bana "Hadi yine yırttın yakışıklı!" dediği o sesi hâlâ kulağımda...
Sizinle birlikte olmayı, koşmayı, zıplayıp havadan topumu kapmayı, sahilde frizbi oynamayı, yedi yıldır çiğneyip de ancak yarısına gelebildiğim plastik kemiğimi bitirebilmeyi -tadı hâlâ damağımda-, denize girmeyi, dağda özgürce koşabilmeyi, sahibimin bisikletinin arkasından koşabilmeyi, kana kana su içebilmeyi, kuru ekmek yemeyi, sahibimin sevinçten çişimi kaçırdığımdaki azarlamasını bile yeniden yaşayabilmeyi ne çok isterdim... Henüz yolun yarısındaydım; ama bitirmeme izin vermediler. O zehri oraya atanlara söyleyecek birkaç sözüm var:
"Bu dünya sizin değil!" yaşadığım sürece, sokak arkadaşlarımı gece havladıkları için size şikayet ederek zehir atmanıza neden olan insanların çocukları, evimizin karşısındaki açık tiyatroda her gece sabahlara dek nara atıp, biz köpeklerden daha fazla gürültü yaparak, onlarca bira şişesi kırıyorlardı.
O cam parçaları yüzünden, iki kez ayağım kesilmişti. Yollarımızda, sürücüler, bir yaya gördüklerinde frene basacaklarına kornaya ve gaza sonuna dek basıyorlar, arabalarını hızlı hızlı kullanarak insanların üstlerine sürüyorlardı. "Tanır mıyım acaba?" diye kokladığım çişlerin kimi insanlara aitti. Yerler köpek kokusundan çok, insan tükürüğü ile doluydu. Peki bu sırada siz ne yapıyordunuz?
Trafik terörünü önleyebilmek için bugüne dek herhangi bir düşünce geliştirdiniz mi? Yollara tüküren, sümküren, hatta pisleyenlere ne yaptınız? Kırılan bira şişelerinin değerini, onu süpüren belediye işçisinin zamanını, orada oynarken ayağı kesilen bir çocuğun acısını, o kesiği diken doktorun zaman kaybını hesap ettiğinizi de hiç sanmıyorum.
Çünkü, siz en vahşi yolu en kolay ve en pahalı olduğu için seçenlerdensiniz. Siz asıl sorunları tartışmak yerine, "Zehiri etin içine mi, yoksa lavaş ekmeğinin içine mi süreceğinizi" tartışıyordunuz. Ben karşıdan gelen bir çocuğa kuyruk sallayıp, çevremdeki insanlara sevgi dağıtırken, siz beni nasıl öldüreceğinizi hesaplıyordunuz. Çok kırgınım, gene de size benim ölümüm gibi bir ölüm dilemek, benim hayvanca duygularıma yakışmaz...
Bence "insanlığınızı" ve "aklınızı" sorgulayın... Doğru yapıp yapmadığınızı, insanların yaptığı işkenceleri, cinayetleri, rant uğruna verdikleri zararı, bir de dünyaya bizim verdiğimiz sevgiyi düşünün... Yüreğinizden sevgi hiç eksilmesin dileklerimle...
Moro Jr., Belçika Kurdu, erkek, 01.03.1992'de doğdu. 09.07.1999'da İzmir Karşıyaka'da striktin ile zehirlenerek öldürüldü. Büyük Yamanlar Dağı Karagöl yolunda, oynamayı çok sevdiği bir yere gömüldü.
Merhaba insan dostlarım. Adım Moro. Yunanca "bebek" demek. Yedi yaşında çok yakışıklı, simsiyah, otuz kiloluk bir kurdum... Bir köpek olarak dünyaya gelmişim elimde olmadan. Görenler bakmaya, dokunanlar sevmeye doyamazlardı. Tüm bunlar, sekiz saat boyunca çektiğim dayanılmaz acılarla "ölmek için yalvartan" zehiri yemeden önceydi tabii... Nazar mı deydi acaba ? Hiç kimseye zararım yoktu ki...
Tüm aşılarım zamanında yapıldığından, yılda iki kez dökülen tüylerim bile kimseye zarar vermezdi. Yaşadığım apartmanın arka bahçesinde küçük çocuklarla top oynar, benden korkan çocuklara da sevecen davranarak onlara hayvan sevgisi aşılardım. Üstüme binmelerine, tüylerimi, hatta çok gurur duyduğum kulaklarımı çekmelerine birşey demezdim. Ne zaman havlayacağımı, ne zaman susacağımı bilirdim.
Sahibimin deyişiyle "yakışıklı" bir köpektim. Sahibim, en sevdiğim kemiği "Bırak!" derse bırakır, "Bekle!" derse bekler, "Koş!" derse koşardım. Aslında "Öl!" dese ölürdüm bile onun için. O denli mutluydum ki onunla... Çok seviyordum onu. Ben onunla yedi yıl birlikte yaşadım; bu yüzden bilirdim ki; kemiği ya da topumu bıraksam bile, o birazdan bana onu mutlaka verirdi...
Hep güvendim ona. Yalnızca ona değil, ben her "insana" güvendim. Çevremde hiçbir şeye ve hiç kimseye zarar vermedim. Kendi köpek arkadaşlarıma bile, sahibimi kıskanmadığım sürece, havlamadım.
Yaşamım boyunca kediyi bile ürkütmedim, kovalamadım.
Dolu dolu, maceralıca yaşadım. Sizlerden ve kendi ırkımdan çok sayıda dostum oldu. Bir kez daha zehirlenmiştim önceleri; ama o alerjik birşeydi; yüzüm gözüm biraz şişmişti, hepsi bu... Sonra bir kez de yüksek bir yerden denize düşmüştüm. Bir kez de araba çarpmış, kalça kemiğim kırılmıştı. Ama tüm bu olaylarda hiç kimse bana zarar vermek için plan yapmamıştı. Bir sokak kavgasında, sevgilimi paylaşmak istemediğimden başka bir ırkdaşımca zarar görseydim, bu bile benim seçimim olurdu. Oysa hiç koklamadığım, hiç tanımadığım bir zehiri, sevdiğim bir et ve ekmek parçasının üzerine koyarak beni öldürmeniz, sekiz saat can çekişmeme neden olmanız, bunu evimin bahçesinde yapmanız... Bana pek hakça gelmedi...
Yaşamlarını, benim gibi evde sürdüremeyen ve sokaklarda gruplar halinde dolaşan diğer arkadaşlarım bu konuda benden daha şanslılar... Çünkü, bu zehiri yememek için, gruptan biri özveride bulunup onu yiyormuş. Onun debelenerek can verdiğini gören ötekiler, bir daha o kokunun yanına yaklaşmıyorlarmış. Tıpkı, karşıdan karşıya geçmeyi, bir arabanın çarptığı arkadaşlarını seyrederek öğrendikleri gibi... Bunları şimdiki dünyamda, diğer ölenlerle konuşarak, öğreniyorum... Ama artık çok geç... Beni ne çok seven olduğunu, öldürülmemden dolayı herkesin ne denli üzüldüğünü, kimlerin sahibimi aradığını, ne çok insanın benim için ağladığını görebiliyor ve duyabiliyordum yukarıdan. Onlar için çok üzülüyorum. Ama ahh, o sahibim yok mu? Ah, onun üzüntüsü burada beni binlerce kez daha öldürüyor... Bir de ne biliyor musunuz ? Son anlarımda, sürüne sürüne yanına gidip, üç-dört dakika gözlerinin taa içine bakıp vedalaşmıştım; ama onun bu vedayı anlamadığı, anlamak istemediği anda bana "Hadi yine yırttın yakışıklı!" dediği o sesi hâlâ kulağımda...
Sizinle birlikte olmayı, koşmayı, zıplayıp havadan topumu kapmayı, sahilde frizbi oynamayı, yedi yıldır çiğneyip de ancak yarısına gelebildiğim plastik kemiğimi bitirebilmeyi -tadı hâlâ damağımda-, denize girmeyi, dağda özgürce koşabilmeyi, sahibimin bisikletinin arkasından koşabilmeyi, kana kana su içebilmeyi, kuru ekmek yemeyi, sahibimin sevinçten çişimi kaçırdığımdaki azarlamasını bile yeniden yaşayabilmeyi ne çok isterdim... Henüz yolun yarısındaydım; ama bitirmeme izin vermediler. O zehri oraya atanlara söyleyecek birkaç sözüm var:
"Bu dünya sizin değil!" yaşadığım sürece, sokak arkadaşlarımı gece havladıkları için size şikayet ederek zehir atmanıza neden olan insanların çocukları, evimizin karşısındaki açık tiyatroda her gece sabahlara dek nara atıp, biz köpeklerden daha fazla gürültü yaparak, onlarca bira şişesi kırıyorlardı.
O cam parçaları yüzünden, iki kez ayağım kesilmişti. Yollarımızda, sürücüler, bir yaya gördüklerinde frene basacaklarına kornaya ve gaza sonuna dek basıyorlar, arabalarını hızlı hızlı kullanarak insanların üstlerine sürüyorlardı. "Tanır mıyım acaba?" diye kokladığım çişlerin kimi insanlara aitti. Yerler köpek kokusundan çok, insan tükürüğü ile doluydu. Peki bu sırada siz ne yapıyordunuz?
Trafik terörünü önleyebilmek için bugüne dek herhangi bir düşünce geliştirdiniz mi? Yollara tüküren, sümküren, hatta pisleyenlere ne yaptınız? Kırılan bira şişelerinin değerini, onu süpüren belediye işçisinin zamanını, orada oynarken ayağı kesilen bir çocuğun acısını, o kesiği diken doktorun zaman kaybını hesap ettiğinizi de hiç sanmıyorum.
Çünkü, siz en vahşi yolu en kolay ve en pahalı olduğu için seçenlerdensiniz. Siz asıl sorunları tartışmak yerine, "Zehiri etin içine mi, yoksa lavaş ekmeğinin içine mi süreceğinizi" tartışıyordunuz. Ben karşıdan gelen bir çocuğa kuyruk sallayıp, çevremdeki insanlara sevgi dağıtırken, siz beni nasıl öldüreceğinizi hesaplıyordunuz. Çok kırgınım, gene de size benim ölümüm gibi bir ölüm dilemek, benim hayvanca duygularıma yakışmaz...
Bence "insanlığınızı" ve "aklınızı" sorgulayın... Doğru yapıp yapmadığınızı, insanların yaptığı işkenceleri, cinayetleri, rant uğruna verdikleri zararı, bir de dünyaya bizim verdiğimiz sevgiyi düşünün... Yüreğinizden sevgi hiç eksilmesin dileklerimle...
Moro Jr., Belçika Kurdu, erkek, 01.03.1992'de doğdu. 09.07.1999'da İzmir Karşıyaka'da striktin ile zehirlenerek öldürüldü. Büyük Yamanlar Dağı Karagöl yolunda, oynamayı çok sevdiği bir yere gömüldü.