TESÂDÜF, TEVÂFUK, RASTLANTI

 

Sadece insanların değil kitapların, hatta yazıların da bir kaderi var. Mustafa Kutlu üstadımız şahittir; yıllardır "tesadüf ve tevafuk" üzerine bir yazı, hiç değilse mütevazı bir derkenar karalamayı hep arzu etmişimdir ama sadece benim arzu etmem yetmiyor. Demek ki bugünü, selefin tabiriyle "vakt-i merhûnu"nu bekliyormuş. Benim henüz tanışmadığım Osman Toprak arkadaşımızın Dergah'ın Nisan sayısındaki "İnsan âleminin yıldızları" başlıklı derkenarını, Şubatın ortalarında, üstadın işaretleriyle okumaya başlayınca dilimden gayrıihtiyari "efendimiz, tesadüf ve tevafuk yazısını da bir türlü yazamadık!" sözü dökülüvermesin mi? Birçok defa konuştuğumuz için "ne yazısı?" demeden, hatta başını okuduğu kitaptan bile kaldırmadan yüzüne yayılan hafif tebessümle cevap verdi: "Ya, ne güzel olur, yaz şunu artık!"

Ben de emir telakki edip yazmaya başladım. Bakalım düşündüğüm kıvamda yazmaya muvaffak olabilecek miyim ve yazdıklarım onun ve sizin nezdinizde kabule mazhar olacak mı? Dahası Tesadüf ve Tevafuk cenapları beğenecek mi? Bunlar da kadere dahil tabii...

Gayret bizden tevfik Allah'tan deyip başlayalım...

 

I

Arzu ederseniz önce XVI. asırdan seslenen Ahterî'den başlayarak lügatler yani aynı vezinde olmaları hasebiyle "namus"la aralarında münasebet kurulan "kamus"lar biraz konuşsun (Arzu ederseniz dediğime bakmayın, bizim neyi, nasıl, ne kadar konuşacağımıza karar verebilmemiz için önce lügatlerin yolumuzu açması lazım):

"tesadüf: (Ahterî'de ve Mütercim Asım'ın Kamus Tercümesi'nde yok; ne tesadüf!); "rast gelmek ve bilâ-tedbir vuku bulmak" (Redhouse, Müntahabât-ı Lügât-ı Osmaniye); "rast gelmek, aramaksızın bulmak; cem'î: tesadüfât; tesadüfen, bi't-tesadüf: tesadüf suretiyle, tesadüf ile, aramaksızın; tesadüfî: rastgelen, tesadüfe mensup" (Salahî, Kamus-ı Osmanî); "rast gelme ve aramaksızın bulma mânasıyla kullanılırsa da Arabîde bu madde tefâ'ül babından gelmeyip 'sadefe' ve 'musadefe' kullanılıyor; bi't-tesadüf ve ale't-tesadüf tabirleri de Arabî nokta-i nazarından bittabi galattır; tesadüfen: rastgelme, sadefeten; tesadüfî: rastgele vaki olan, sadefeye mebni ve müteallik olan" (Şemseddin Sâmi, Kamus-ı Türkî); "rast gelmek (Bana koklatıp gül-ruh orucum o mâh bozdu / Bu sene zehî tesadüf Ramazan bahara düşdü. Ziya); cem'i: tesadüfât; tesadüfen, bi't-tesadüf: tesadüf suretiyle, tesadüf ile; tesadüfî: rastgele" (Muallim Naci, Lügat-ı Naci).

"tevafuk: biri birine uymak" (Ahterî-i Kebîr); "ittifak eylemek, yardımlaşmak" (Mütercim Asım, Kamus Tercümesi); "biri birine uymak" (Redhouse, Müntahabât-ı Lügât-ı Osmaniye); "uymak, uygun gelmek (tevafuk-ı efkâr, tevafuk-ı makâsıd, onun re'yi benim fikrime tevafuk ediyor). Terazû-yı tekabül vaz edip bâzar-ı imkâna / Nakîzeyne tevafukla tehâlüf eylemiş ilkâ. Nâbî" (Salahî, Kamus-ı Osmanî); "birbirine uyma, uygun gelme, muvafık olma (ef'âli akvâline tevafuk etmiyor; bu teklifiniz benim arzuma tevafuk ediyor" (Şemseddin Sâmi, Kamus-ı Türkî); "uymak, uygun gelmek (bir sözün diğer söze tevafuku; re'yiniz re'yime tevafuk etmiyor); cem'i: tevafukat; muvafakat başka yolda kullanılır" (Muallim Naci, Lügat-ı Naci).

Sözü uzatmamak için buraya almadım ama Osmanlıca - Fransızca veya Fransızca - Arapça hazırlanan sözlüklere de şöyle bir nazar atfettim; aşağı yukarı aynı şeyler. Görüldüğü üzere tevafuk'ta rast gelme, tesadüf etme mânası olmadığı gibi bugün kullanıldığı mâna da yok; Arapçasında olduğu üzere iki şey birbirine uygun (muvafık) düşmek mânasına geliyor tevafuk. (Arapça bilmeyenler için söyleyelim; tevafuk'la "muvafık, muvafakat, muvaffak, muvaffakiyet, ittifak, müttefik..." kelimeleri hep aynı kökten geliyor. Bir de eski dünyada kalmış, gizli ilimlerden ince bir bahis olarak "vefk" ilmi var, o da akraba. İlmin mütehassısı kalmayınca akrabalıklar da unutuluyor; isimleri unutulmuş, nesilleri kesilmiş, duaya muhtaç nice ilimler var...).

Efendim, dil dediğin değişmez ve katı bir şey değil ("dil"in kemiği yok çünkü), ne diye bu kadar "eski malumat"ı bize hatırlatıyorsun diyeceksiniz ama bana sorarsanız yine de önce bu tarihî ve lisanî bilgileri karine, delil, işaret ve kılavuz kabilinden bir tarafa kaydedelim.

Dedik ya kamus namustur.

 

II

Benim talebelik yıllarımda -demek ki 30-35 sene öncesinden bahsediyorum- birileri tesadüf yerine tevafuku kullandığında, bu lisanî tasarruf onun Risâle-i Nur cemaatından olduğuna, en azından Bediuzzaman merhumun eserleriyle, fikriyatıyla bir şekilde hukuku bulunduğuna işaret ederdi. Kesin olarak mı? Evet kesin olarak... İstanbul İmam Hatip Okulu'ndaki talebe arkadaşlarım arasında da bu kullanımı duyardım ve adresini, menşeini -ben bile- bilirdim. Benim dilim o gün bugün tevafukla ünsiyet kesbetmedi; iltibaslarını bilerek tesadüfü kullandım, kullanıyorum. Çünkü benim re'y ü ictihadımca bu mânada "tevafuk" Türkçe değildi, en azından Türkçe açısından ciddi zaaflar taşımaktaydı (görüyorsunuz değil mi; ictihad kapısı kapalı olmasına ve "müctehit taslakları" yaygaraları ayyuka çıkmasına rağmen ne kadar erken ictihada başlamışım!).

Sonraları İslâmcılık çalışmaları sırasında mesleki olarak Bediuzzaman'ın eserleriyle birkaç mercek kullanarak daha yakından ilgilenmeye başladığım zaman tesadüf - tevafuk meselesiyle tekrar fakat bu sefer tetkik ve tahkik konusu kabilinden karşılaştım ve bunun Said-i Nursi'nin yer yer problemli hale gelen Türkçesinden / üslubundan ötede aynı zamanda bütün dönemi kuşatan felsefî hatta itikadî bir problem olduğunu da ayne'l-yakîn gördüm.

"Dönemi kuşatan" dedik ama medrese (iskolastik) usulüne göre buna bir delil, bir de misâl serdetmemiz lazım. Çünkü delilsiz hüküm olmaz ve dahi hükümle delil arasında bir de irtibat ve nisbet olmak gerektir. Tam da burada "istitrat" deyip hükümle delil arasında usulen var olması vacip olan fakat yeni yetme "ulema" makulesinin hiç riayet etmediği irtibat ve nisbet meselelerine -malumunuz, ince ve mühim meselelerdir- girmemiz lazım ama yer de yok vakit de.

Öyleyse hemen delil serdedelim: Fransızcaya göre alfebetik ve açıklamalı bir felsefe terimleri sözlüğü hazırlayan İsmail Fenni Ertuğrul merhumun tavrı ve tarz-ı telifi bu vadide bizim için hayli yol gösterici ve aslında şayan-ı ibrettir. Muhasebeci bir bürokrat olmasına rağmen Cağaloğlu, Himaye-i Etfal Sokak, numara 3'te "mücerred" tükenen uzun ömrünün nerede ise bütün zamanlarını ince vahdet-i vücut bahislerine, materyalist felsefelerin (maddiyyûn mezhebinin) reddine tahsis eden bu mübarek zat, "tesadüf" mevzuuna gelip dayandığı zaman kayaya "tesadüf" ettiğinin tamamen farkında olarak önce teknik bir açıklama yapar: "hasard: tesadüf, evvelden keşf edilemeyen bir netice".

Bu kadarla kalması mümkün mü? Elbette değil çünkü "hasard: tesadüf" fikri, artık felsefî bir problem olarak kâinatın, eşref-i mahlukat olan insanın yaratılışı dahil olmak üzere yaşlı dünyada olup biten şeylerin önemli bir kısmının, bir yaratıcının mutlak iradesinin neticesinde değil de "raslantı"lar sonucu, aniden, sebepsiz olarak ortaya çıkıp devam ettiği iddiasındadır. Bu bidat "tesadüf" itikadî açıdan ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Kaleme sarılır ve kendisi için olduğu kadar -ruhu şad olsun- bizim bu yazımızı da düşünerek devam eder:

"Tesadüf hür olan mahlukata taalluk ettiği ve onların saadet veya sefaletlerini mûcib olduğu vakit tâli', baht, kısmet (fortune) namını alır. Hadisat ve mevcudatın tesadüfî olarak husule gelmesi tasavvuru intizam ve kavânîn-i akliye tasavvuruna münafidir. Tesadüfî olarak vukua geldi denilen şey sebepsiz değildir. Lâkin bu sebepler bizden gizlidir. Ve tesadüf bizim onunla cehlimizi setr ettiğimiz bir kelimedir. Hakikat-i halde tesadüf esbâbın birbiriyle karışmasından ibarettir. Meselâ bir taş kopup düşer ve geçen yolcuyu öldürür. Bunu isteyen tesadüf değildir. Çünkü tesadüf hiçbir şeyi izah etmez. Burada iki sebep yekdiğerine müsadif olmuştur. Bunun biri kuvvetli bir surette mültesık olmayan bir taş ve diğeri onu yerinden koparan şiddetli bir rüzgârdır. Vukua gelen hadise-i mevt bunların neticesidir. Hakikat-i halde -illet-i müessire kanunu gibi- illet-i gâiye kanunu dahi her yerde ve her şeyde câridir. Tesadüf hakayık-ı ahvale vakıf olmayan insanlar için mûcib-i hayret olabilirse de her şeyin hâlıkı olan Cenabı Hakîm-i mutlak hazretlerine hiçbir şey mûcib-i hayret olamaz. Her şey bir sebep ve hikmete mübtenîdir" (Lügatçe-i Felsefe, İstanbul Matbaa-i Âmire, 1341, s. 300-01).

İsmail Fenni merhum, gördüğünüz gibi "tehlikeli" ve tehditkâr bir kavram olup çıkmış olan tesadüfü rahatlıkla kullanmaktan çekinmiyor, başka bir kelime teklifinde de bulunmuyor fakat onu eski ve yeni mânalarıyla, bir başka şekilde söylersek İslâm kültürüyle problemli olan ve olmayan yanlarıyla ele alıyor ve nisbeten felsefeci gibi fakat daha ziyade sûfiyâne bir tavır takınarak son noktayı koyuyor: Sebep ve hikmeti olmayan "tesadüfî" bir şey yoktur.

Sırası gelmişken II. Meşrutiyet yıllarında Istılahat-ı İlmiye Encümeni'nin "hasard" terimini -ikincisi parantez içinde olmak üzere- "tesadüf ve sudfe" ile karşıladığını, terim bahsinde daha titiz ve hassas davranan Babanzâde Ahmet Naim Bey'in ise tevafukla aynı kökten gelen "ittifakıyat"ı kullanıp teklif ettiğini hatırlatalım.

 

III

Unutmayınız, delil serdetmiş olduk ve hükümle delil arasındaki nisbeti de gözettik. Medrese usulüne göre delil serdeden de, muhakkık okuyucu da delilin "delil olmak haysiyetiyle" yerinde ve tatminkâr olup olmadığını münakaşa etmek hakkına ve imtiyazına sahiptir. İsteyen bu hak ve imtiyazını kullansın, biz bir basamak daha yukarı çıkıp devam ediyoruz (Bir basamak çıktığımızı farzettiğimize göre -inşaallâh vâkıaya mutabıktır- dilimiz ve üslubumuz da irtifa kaydetmeli değil mi? Ona da dikkat edelim. Ne buyurulmuştu: Li külli makamın mekal: Her makamın kendine münasip bir kelâmı olmalı).

Bediuzzaman merhumun eserlerindeki tesadüf - tevafuk problemi ve kullanımı, içiçe geçmiş birkaç halkadan oluşmaktadır ve meseleyi anlamak için birbirleriyle tam ve zaruri bir ilişki içinde olmayan bu halkalara süratli de olsa bakmak gerekmektedir.

Bunlardan ilki ve herhalde en önemlisi, -İsmail Fenni'de de görüldüğü üzere- bir felsefî terim olarak tesadüfün (hasard: raslantı) "yaratıcı" bir güç olarak Tanrı'nın, irade-i ilâhiyenin yerini alması ve bu düşüncenin tabii bir uzantısı olarak kâinatın, varlıkların "kör tesadüf"ler neticesinde vücut bulduğu tezinin dinî-itikadî açıdan ortaya çıkardığı ciddi gerilimdir. İman meselesini çok önemseyen ve kâinatı mekanik bir unsur olarak değil "canlı-ruhlu" bir sistem ve Allah'ın varlığının apaçık bir delili (kevnî âyet) olarak ele alan, bir ileri merhalede müstakil Tabiat Risâlesi yazan Bediuzzaman için yeni mânasıyla tesadüf, olabildiğince gerilere doğru itilmesi ve mâna değerinin zayıflatılması gereken tehditkâr bir kelime-kavramdır. Eserlerinde çokça geçen "kör kuvvet, sersem tesadüf, aciz [ve] câmid esbab [hareket kabiliyeti olmayan sebepler], kör ittifak [denk düşme], kanunsuz tesadüf, sağır tabiat, şuursuz esbab" gibi ifadeler, sel gibi gelen tesadüf dalgasını, seyl-i hurûşânı geri püskürtme hatta mahkum etme siyasetinin beklenebilir tasvirleri ve neticeleridir.

Üstad'ın Sözler kitabında geçen aşağıdaki ifadeleri ise tesadüf ve evrim problemi etrafında modern felsefeye yöneltilen tenkitler olarak da okunmaya müsaittir. Felsefe sebeplere, tesadüfe ve tabiata yaratıcılık vasfı vermekle hata etmekte, haddini aşmaktadır:

"Felsefe esbaba tesir verip tabiat eline icad verir. Her şeyde Hâlık-ı külli şeye has parlak sikkeyi giymeyip aciz, câmid, şuursuz, iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyet verip binler[ce] hikmet-i âliyeyi ifade eden ve herbiri birer mektubât-ı Samadaniye hükmünde olan mevcudatın bir kısmını ona mal eder".

Problemin buraya kadarki kısmı rastlantı mânasındaki tesadüf karşıtlığı ve tesadüf - tevafuk zıtlığı etrafında cereyan ederken Risâle-i Nur külliyatında rastlayacağımız diğer tevafuk alanları aslında bu zıtlık ilişkisi ile büyük ölçüde irtibatsız olarak gelişir ve daha ziyade tevafukun kelime mânasına sadık kalacak şekilde iki veya daha fazla şey arasındaki uyum ve muvafakatla alakalı bir hal alır. Nitekim Bediuzzaman'ın eserlerinde "tevafuk"un sıkça kullanıldığı alanlardan ikincisi Kur'an-ı Kerim'in i'câzı etrafında teşekkül etmişe benzemektedir. Kur'an bağlamında tevafuktan kastedilen şey Kur'an'ın yapısı, unsurları, surelerinin-âyetlerinin-kelimelerinin dizilişi, muhtevası, mânası vb. arasındaki uyum, irtibat, sıkı münasebet ve âhenktir. Bediuzzaman'ın Kur'an merkezli bu tevafuk arayışlarının alanı içerisine zaman zaman ziyadesiyle meraklı olduğu ince cifir, vefk ve ebced hesapları girdiği gibi mushaf metinlerinde "Allah" lafzı başta olmak üzere bazı hususi kelimelerin ve isim-zamirlerin altalta, aynı hizada gelmesi/görünmesi de dahil edilmektedir. Risâle-i Nur cemaatı içinde "tevafuklu" denen ve hat sanatının imkânları zorlanarak aynı hizaya ge(tiri)len "Allah" lafızlarının kırmızı renkle (selef buna surh derdi) yazılıp basıldığı Kur'an'ların hususi bir yere sahip olması da bu arayışlardan kaynaklanmaktadır.

Risâle-i Nur'lardaki üçüncü "tevafuk" alanı Bediuzzaman'ın bizzat kendi eserleriyle, eserlerindeki konu ve fikirlerle, kendisinin ve talebelerinin başına gelenlerle deprem gibi o günlerde olup biten bazı olaylar veya 163. madde gibi bir kısım sayılar-rakamlar arasında kurduğu irtibatlarla (daha doğrusu tevafuklarla) alakalıdır. Bunlar bazan keşf u keramet, bazan ilham u vâridat, bazan da kuvvetli ima ve işaret olarak karşımıza çıkarlar. Size bu vadide Üstad'ın eserlerinden, -tesadüf ve tevafuk kelimelerini vurgulu hale getirerek- iki örnek paragraf aktarmak istiyorum. (Temsil gücü yüksek bu metinlerin değerlendirme ve hüküm cümleleri de artık size ait olsun):

"Risâle-i Nur şakirtlerini itham ettikleri ve cezalarını istedikleri 163'üncü maddesine, Risâle-i Nur müellifinin medresesine 150 bin lira verilmesine dair lâyihanın, 200 mebustan 163 mebusun adedine tevafuk edip, mânen o tevafuk diyor ki: Hükümet-i Cumhuriye'nin 163 mebusun takdirkârâne imzaları, 163'üncü madde-i kanuniyenin hükmünü, onun hakkında iptal ediyor. Hem yine mânidar tevafukât-ı lâtifedendir ki, Risâle-i Nur'un 128 parçası, 115 parça kitap ediyor. Risâle-i Nur'un şakirtlerinin ve müellifinin mebde-i tevkifi olan 27 Nisan 1935 tarihi ile, mahkemenin karar ve hüküm tarihi olan 19 Ağustos 1935 tarihi olmasına nazaran, 115 gün olup, Risâle-i Nur kitapları adedine tevafuk etmekle beraber, istintak edilen, 115 suçlu gösterilen eşhasın da adedine tam tamına tevafuk ettiği gibi, gösteriyor ki, Risâle-i Nur müellifinin ve şakirtlerinin başına gelen musibet, bir dest-i inâyetle tanzim ediliyor" (Lemalar'dan).

"Çünkü Risâle-i Nur ve şakirtlerine dört defa şiddetli taarruzların aynı zamanında dört defa dehşetli zelzelenin hücumu tam tamına tevafukları tesadüfî olmadığı gibi, Risâle-i Nur'un iki merkez-i intişarı olan Isparta ve Kastamonu'nun sair yerlere nisbeten âfâttan mahfuz kalmaları ve Sûre-i Ve'l-Asr işaretiyle, âhirzamanın en büyük bir hasâret-i insaniyesi olan bu İkinci Harb-i Umumî'den, çare-i necat ise iman ve amel-i salih olmasından, Risâle-i Nur'un Anadolu'nun her tarafında iman-ı tahkikîyi neşri zamanına Anadolu'nun fevkalâde olarak bu hasâret-i azîme-i harbiyeden kurtulması tam tamına tevafuku dahi tesadüfî olamaz. Hem Risâle-i Nur'un hizmetine zarar veren veya hizmette kusur edenlere aynı zamanında gelen şefkat veya hiddet tokatlarının yüz[l]er[ce] vukuatları tam tamına tevafukları tesadüfî olmadığı gibi, Risâle-i Nur'a hüsn-i hizmet edenlerin hemen hemen bilâ-istisna maişetinde vüs'at ve bereket, kalbinde meserret ve rahat görmelerinin binler[ce] hadiseleri dahi tesadüfî olamaz" (Şualar'dan).

Mühim iki haşiye: 1. "Risâle-i Nur Enstitüsü"nün web sitesindeki Risâle-i Nur külliyatı üzerinden bir tarama yaptım. Çıkan netice benim internet ve bidat makinalarla ilgili şüphelerimi -hamdolsun- takviye ve tahkim etti. Üstad'ın eserlerinde tesadüf kelimesi 246 defa, tevafuk ise 369 defa geçiyormuş! Sizi bilmem ama ben buna inanır mıyım? Tesadüf kelimelerinin önemli bir kısmının menfi mânasıyla geçtiğini kabul ederek durumu kurtarmaya teşebbüs etsek bile tevafukun bu kadar az geçmesini hangi "tesadüf"le açıklayacağız? Teknolojiye itimat etmeyerek tabii!!! Yüksünmedim, Risâle-i Nur külliyatının yer aldığı bir iki siteye daha baktım, onlar daha da can sıkıcıydı; tesadüf 128, tevafuk 96 mı ne... 2. Süratli bir gözden geçirme ile edindiğim intibaya göre Eski Said döneminin eserlerinde tesadüf kelimesi daha makul ve yer yer nötr bir kelime-kavram olarak kullanılmaktadır. Bu da Üstad'ın devr-i Cumhuriyette tesadüfe karşı daha tavizsiz, her mânasıyla tevafuka daha açık tavırlar geliştirdiğinin işareti kabul edilebilir (mi?).

 

IV

Efendim, nevri dönen, dünyası değişen sadece tesadüf değil, "rastlantı"ya kaynaklık eden ve "doğru, müstakim" mânalarına gelen Farsça asıllı "rast" kelimesinin "anlam dairesi" de ne yapacağını şaşırdı. Meselâ balıkçılar limandan deryaya doğru süzülürken dillerinden dökülen "Rastgele!", acaba balıkların "tesadüfen" tutulduğuna mı işaret ediyor artık? Yola çıkana, yeni bir işe başlayana "Allah rast getire!", "İşiniz rast gide!" diye dua ederken artık mütereddit mi davranacağız?

 

V

Söz döndü dolaştı, artık nesline kesat gelen gayur ilkmektep muallimlerinin talebelerine lâtife yollu fakat dilbilgisi dersi kabilinden ezberletip öğrettiği o meşhur tekerlemeye gelip dayandı: "Bâb-ı âli yüksek kapısından vürûd edip geçerken bir atlı süvariye tesadüfen rast geldim".

Nerede o gayur hocalar, o "atlı" süvariler nerelere savuşup gittiler? Yerlerini bilen varsa onlara haber versin ki bu tekerlemeyi artık üniversite talebeleri bile kavrayıp anlayamıyor.

Evet onlar haber versin; ben de fırsattan istifade lisan sahasındaki tahavvülatta hassas, bir o kadar da mütebahhir ve müdekkik okuyucularımıza sorayım: Bir çeyrek yüzyıl içinde tevafuk vadisinde insanlar nasıl oldu da bu kadar sühûletle Risâle-i Nur şakirdi haline geliverdiler?

"Cevap buyurulup müsâb oluna".

 

İSMAİL KARA